23 Haziran 2016 Perşembe

Lawrence merkeze ilk gidişin yazısı


Geçtiğimiz cumartesi günü karar verdik şehir merkezine gitmeye. Yaşadığımız şehirde herkesin arabası olduğundan mı bilinmez, toplu taşıma olayı çok zayıf. Mesela metro yok. Otobüslerse çok sınırlı. Burası üniversite merkezli o yüzden öğrenciye bedava,kampüs içinden binerse normal vatandaşa da bedava. Neyse iki aktarma ile vardığımız -toplamda yarım saat sürüyor- şehir merkezinde beni ilk karşılayan şey güzel mi güzel şehir kütüphanesi oldu. Gitmeden şehir haberlerine baktığımda üç gün sürecek bir kitap indirimi olacağını biliyordum. Dolayısıyla ilk durağımız, kütüphane altına kurulan indirimli kitap standıydı. Çok tatlı bir indirimdi. Kitapların hepsi bir dolar, kalın kapaklılar iki dolar:) Sonuçta 17 dolar tutan paha biçilemez bir sevinç yaşadık.


Oradan ayrılıp biraz da dükkan gezelim dedik. İlk girdiğimiz dükkana bayıldık. El yapımı objeler satıyor. Harry Potter standı vardı ve çok güzel yastıkları, posterleri hatta mutfak kepçeleri vardı. Ama tabi el yapımı olduğu için biraz fiyatlıydı. Bu dükkanda interneti bağlatmak için gittiğimiz turkcell gibi bir telekomünikasyon firmasında bize yardımcı olan elemanı gördük ve selamlaştık, hal hatır sorduk mesela çok şaşırdım ve sevindim. Küçük bir yer oluşu, herkesin birbirini az çok tanımasına imkan sağlıyor. Çok tatlı bir duygu. Sonra çok güzel bir kitapçı gezdik, ikinci el bir kitapçı ama harika bir yerdi. Bizim sahaflar gibi kaderine mahkum bırakılmış değildi hiçbir şey. Gayet bakımlı araya koltuklar serpiştirilmiş, kedi geziyor çocuklar da onun peşinde... Çok sıcak bir ortamdı.






Sonra bir yerde yemek yedik. Hava da çok güzeldi şansımıza. Dışarıda oturduk. Ben pinterestte hep görüyordum, sarı kabağı spagetti gibi ince ince kesip salata yapıyorlar. Menüde onu görünce denemek istedim, çok da beğendim. Bir de burada restaurantta garson sürekli masaya gelip her şey yolunda mı diye soruyor. İlginç bence.



Az vaktimiz kalmıştı ama aklımda bir de antikacıya gitmek vardı. İçeride yalnızca on dakika kalabildim. Ama çok güzel bir Norman Rockwell eseri kaptım. Ba-yıl-dım! Müze serisinden bir biblo, banyoma yerleştirdim hemen. Ama doyamadım antikacıya, haftaya  muhtemelen yeniden gideceğiz:)




Şimdilik bu kadar görüşmek üzere sevgili blog:)

28 Mart 2016

Merhaba Amerika


Amerika'ya gelme ihtimali Japonya'daki ilk senemizden sonra hep vardı. Ama kesin değildi. Ve ben de sürekli gel git içindeydim. Çoğunlukla da gitmek istemiyordum. Çünkü Japonya'da çektiğim hasret, zorluklar vs beni baya yormuştu. Yine yeniden aynı şeyleri yaşamak istemiyordum. Ailelerimizin yanında korunaklı daha rahat bir hayat sürmek istiyordum. Ama zaten gideceğimizin de kesinliği olmadığı için bu konu bir açılıp bir kapanıyordu. Derken bu konu çok kötü bir günde, hocamızdan aldığımız 'her şey hazır, sizi bekliyoruz' mesajıyla açıklığa kavuştu. En azından belirsizlik bitmişti ben de biraz biraz kabullenmiş gibiydim. Ama içimdeki bu isteksizlik konsolosluk sabahına kadar sürdü. Nasıl çıkabilirim işin içinden bilmiyordum. Kalalım diyemiyordum çünkü bunun mantıklı hiçbir yönü yoktu. Derken derken yine karmakarışık duygularla geldiğim bu yeni ülkeyi inanır mısın blog ilk girişte sevdim. Ve kendiliğinden oldu. Yani madem yaşayacağız sevelim diye değil. Bildiğin sıcak karşıladı beni. Bunda eski sevgili İstanbul'un beni delirtmiş olmasının da büyük payı olabilir tabi. Onun o kavgacı, bekleten, bencil, kendine bakmaz halleri beni oldukça kavgacı yapmıştı ona karşı. Kansas ise mart ayında olmamıza rağmen güneşiyle karşıladı beni, güler yumuşak yüzüyle... Kışın ortasında hamakta uyuyakalabildim. İnsanlar sanki kırk yıllık ahbabım. Aradaki farkı basit bir örnekle tüm yakınlarıma anlattım buraya da yazayım.

İstanbul'da gece geç bir vakit Osmanbey'deki evimize dönüyorduk. Evin yanında çokça otopark var bunların bir de kocaman bir çoban köpekleri var. Nasılsa gece diyerek tasmasız bir şekilde salmışlar sokağa, Köpekcağız oyun yapıyor heralde ama havlıyor, geçit vermiyor, sırtıma atlıyor ki ben köpekten korkmam. Ama gecenin bir yarısı ve biz evimize girmek istiyoruz. Fakat köpek kesinlikle geçit vermiyor. Derken kocam otoparka seslendi ki gelin köpeğinize sahip çıkın diyerek adam çıktı ve yerden eline bir taş alarak köpeği korkutarak kontrol altına almaya çalışaraktan  bizi korudu(!)

Buraya geldiğimizde ise bir gün yürüyüş yapıyoruz. İki tane adam da üç tane tasmasız köpeği gezdiriyordu. Aramızda otuz metre filan var ki biz hiç bir korkma emaresi göstermiş değiliz. Adam sakin bir şekilde köpeklere oturma talimatı verdi o üç tane koca köpek sakince oturarak bizim geçmemizi beklediler.

Yok ya dedim bırak atlasınlar sırtımıza biz alışkınız:))) Yani bu kıssadan hisse tüm farkı ortaya koyuyor işte.

Tabiki genelleme yapmak istemem, Amerika süper bir yer demek istemiyorum. Bu yaşadığımız yer biraz daha korunaklı bir bölge. Biraz daha yerel halkının yoğun olduğu bir alan. Bir büyük şehir sayılmaz.  Ama ben zaten Tr ye dönsem de büyük bir şehirde yaşamayı kesinlikle istemem. Japonya'da bu sakinliğe çok alışmışım. Burası keza öyle. Çok şükür.

Ben aslında buraya getirdiğim kitaplarımdan bahsedecektim ama başka şeyler yazasım varmış. O da bir dahaki yazının konusu olsun bari. Sevgiyle kalın...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder